"11 ayın sultanı Ramazan" zuhur etti, Müslümanlar İslamiyetin beş şartından biri olarak kabul ettikleri orucu tutmaya başladı. Bu, Müslümanların yüzyıllardır sürdürdükleri ibadetlerinden yalnızca biri ve sadece Türkiye'de yapılmıyor. "Dördüncü kuvvet; medya" da ülkedeki Müslümanlarla birlikte Ramazan'a girdi, yayınlarının önemli bir bölümünü bu "kutsal" ibadete ayırmaya başladı. Hangi televizyonu açsanız dini içerikli bir yayın, hangi gazeteyi karıştırsanız dini içerikli bir metinle karşılaşıyorsunuz.
Müslüman değilseniz bile İslamiyet ile ilgili enformasyonla karşılaşmamanız mümkün değil. Televizyonlar saat başı iftar ve imsak vakitlerini bir ezanla duyuruyor, gazeteler birinci sayfalarından/manşet ve sürmanşetlerden yazılar/haberler yayınlıyor. Yaygın medyadaki bu dini içerikli yayınların çok önemli bir kısmı sizi bu "kutsal" ibadeti yerine getirmeye çağırıyor, veya en azından bu ibadet hakkında düşünmeye zorluyor. Ramazan ayının toplumsal yapıdaki yerinden/öneminden başlayıp bu ibadetin "Allah katında" olan değerine kadar, din ve varoluş probleminden "kültür olarak Ramazan"a gibi çok "zengin" bir enformasyon bir ay boyunca hayatımıza iştirak edecek. Veya biz bu enformasyona iştirak etmek zorunda bırakılacağız. İster istemez. "Tek dil, tek din, tek millet ideolojisi" Peki, tüm bunların anlamı ne? Medya neden koro halinde dini içerikli bir enformasyona başlıyor? Her Ramazan ayında bunu yapmaları "farz" mı, yapmazlarsa "günah" mı işlemiş olacaklar? Devletin "tek dil, tek din, tek millet" olarak özetlenebilecek ideolojisinin ötesine geçmesi, bunun yerine yeni ve eleştirel bir dil geliştirmesi gereken medya, beklentilerin tam aksi yönünde bu ideolojiye çalışır gibi bir izlenim veriyor. Başta Kürtler olmak üzere ülkedeki diğer halklar hakkındaki yayınlarda gösterdikleri mesafeli yaklaşımı bu halkların dilleri sözkonusu olduğunda da yineleyen medya, ülkedeki diğer dinlere de aynı muameleyi yapıyor, tıpkı devletinin yaptığı gibi: Tek Dil, Tek Din, Tek Millet. Laiklik tartışmalarının "devletin üst düzey mevkilerinde" hemen her gün krize dönüştürüldüğü bu ülkede medyanın yayınlarına anlam vermek daha da güçleşiyor. Hemen her sokağına bir caminin inşa edildiği, kendisine bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun olduğu, onbinlerce din görevlisinin önce eğitilip sonra maaşa bağlandığı bir ülkenin mevcut yapısıyla laik olmadığı/olamayacağı gün gibi ortada. Tıpkı ordu ile hükümet arasındaki türban tartışmasının arkaplanının "irtica" gerekçesinin ötesinde olduğu gerçeği gibi. Bir ülkede laiklik yoksa bile bu, medyanın devletine -hatta içinde bulunduğu toplumsal yapıya- tıpatıp benzeyeceği/benzemesi gerektiği anlamına gelmez. Medya -doğası gereği- çoksesli olup, çoksesliği de yansıtacak bir enformasyonu sunmakla yükümlü olmalıdır. Yoksa tek dil, tek din, tek millet ülküsünden ödün vermeden yayın yapan bir mevkuteye "gazete" değil "propaganda bildirisi" demek daha uygun düşer.* Ama artık sormak "farz" oldu: Bu topraklarda yaşayan hangi Hıristiyan, Yahudi, Ateist, Yezidi, Alevi vs, "ben bu yayınlarda kendimi de/kültürümü de bulabiliyorum" diyebilir? Soruya olumlu yanıt aramak beyhude. Dinin promosyonu Medyanın bir anda topyekûn dini yayını öne çıkarmasında kendi dinsel refleksleri etkili olduğu gibi, bu yayının alıcısı "müşteri" kitlenin sayıca çokluğunun cazibesi de yatıyor şüphesiz. Hemen her gazete "başka yerde bulunamayacak", "büyük ilim adamlarının elinden çıkmış" kitapları, ansiklopedileri kupon karşılığında vermeye başladı. Promosyonda her türlü dini yayını bulmak mümkün; Namaz kitapları, peygamberlerin yaşamları, Kur'an'ı Kerim ve meali, mevlit vcd'leri vs... Aynı zamanda bu topyekûn kampanyaya okurları da dahil etmek için soru-cevap köşeleri konuyor gazetelere. İnsanların sordukları sorulara bakınca hangi çağda yaşadığınızı unutuveriyorsunuz. Dikkatimi çeken sorulardan biri aynen şöyleydi:"Kullara karşı teşekkür etmek doğru mudur?" (Dünden Bugüne Tercüman /28.10.2003) "Bir kültür olarak Ramazan"a dair yazılar da çok ilginç. "Nerde o eski Ramazanlar" muhabbetlerinden "Ramazanda sahur heyecanı" türü pohpohlamalara, "Ramazan Pidesinin" çekiciliğine kadar çok değişik "kültürel" içerikli yazılar, Ramazan ayında beslenme rehberleri okuyucusunu bekliyor. Bunların aynısı televizyonda da yer buluyor. İddia edilebilir ki medya şimdiye kadar insanlara demokrasi, eşitsizlikler, insan hakları, savaş vs, konularında şu an yaptığının yarısı, hatta çeyreği oranında bilgilendirmede bulunsaydı ülkedeki toplumsal yapı veya muhalefet bambaşka olurdu. Ama unutmamalı ki medyanın yapması gereken, kendisine biçilmiş başka "misyonları" var. Tek yaptığı/yapabildiği bu misyonu sahibine karşı sadık kalarak yerine getirmek. Çünkü onlar sadece "düzenin yeni bekçileri." |
|
Dua edelimKendisi dışındakine ehemmiyet vermeyen bu dil, yıllardır kendi ideolojisine methiyeler diziyor, yoğunlaştırılmış ajitasyonla insanlara "bunun dışında birşey yok, varsa da bundan geridir" demeye çalışıyor. Diğer kültürleri, dinleri ve dilleri yok sayan, yalnızca kendisinin anlayışını tek doğru olarak yansıtan bu dilin ne kadar arkaik bir zihniyetin ürünü olduğu aşikâr.
Umalım ki bu topraklardaki toplumsal yapının çok dilli, çok dinli ve çok milletli olduğunu anlayacakları gün çok uzakta olmasın. Umalım ki bu arkaik dilde ısrar etmenin uzun vadede bütün toplumun dilini lal edeceğini kısa zamanda algılarlar. Amin!
* Bahsettiğim yayınlardaki propagandif üsluba dair Tercüman gazetesindeki şu "haber" sanırım yeterli fikri verecektir: Haberin başlığı hiç kuşkusuz "Hoşgeldin Ramazan" biçiminde. Spot ise bir alem: "Evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden kurtuluş' olan Ramazan Ayı, dün akşam kılınan ilk teravih namazı ile başladı.
Sabah gazetesi olayı büyütüp bir ilahiyatçının çağrısını manşetine çıkarabiliyor mesela. Gazetenin yaptığı, Tercüman'ın yaptığından daha ileride. Sözkonusu ettiği mevzu, siyasi bir yapılanmaya referans olarak "Hz. Ayşe"nin görülmesi gerektiği. Mevzu din olunca günlük hayatta olduğu gibi siyasette de referans din oluyor demek ki. Gazetenin manşetinde "Hz. Ayşe Farkı" başlığı var. Spot ise şöyle: "İlahiyat profesörü Hayri Kırbaşoğlu'ndan çağrı: İslamiyetin başında Hz. Ayşe dini otoriteydi. Kadınlar dinde yine söz sahibi olmalıydı."
Star gazetesinden İlayda Ç. Gülbüz'ün, "Uykulu Gözlerde Ramazan" yazısı da "bir kültür olarak Ramazan"ın sevimlileştirilmesi veya ehlileştirilmesi kaygısının ürünü bana göre. Gülbüz'ün "sevimli" yazısı şöyle başlıyor: "Uykulu gözlerle anneme bakıp 'tamam anneciğim kalkıyorum' derdim hep de uyuya kalırdım. Annem yine gelir ve 'hadi kalk kızım bak zaman geçiyor, sonra oruç tutmana izin vermem' dediği zaman deli gibi fırlardım yatağımdan. Gözlerimi kırpıştırarak sofraya oturduğumda her seferinde aynı azarı işitirdim. 'Yüzünü yıkadın mı bakim sen!"